CUMHURİYET DÖNEMİNDE GÜZEL SANATLAR ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER VE ÇALIŞMALAR
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra
hemen hemen her alanı kapsayan bir reform süreci başlatılmıştır. Bu yenilik
hareketleri sosyal, siyasal, ekonomik vb. alanlarda görüldüğü gibi kültürel
konularda da karşımıza çıkmaktadır. Atatürk kültürün önemli unsurlarından biri
olan güzel sanatlardaki gelişime çok önem vermiş ve teşvik etmiştir. Uygar
ülkeler arasına girmenin güzel sanatlar alanındaki başarılara bağlı olduğunu
belirtmiştir. Bu yüzden 1936 yılında Devlet Konservatuarı kurulmuş, sahne
sanatları, resim, müzik, heykel vb. güzel sanatların her alanında sanatçıların
yetişmesi sağlanmıştır.
Bilindiği gibi Cumhuriyet’in
kurucuları, yeni devletin kültür temellerini çağdaşlık ve millilik prensipleri
üzerine oturtarak, çağdaş Batı uygarlığını hedef olarak göstermişlerdi. Bu
amaca ulaşmak için de art arda reformlar ve inkılaplar yaptılar. Türklerin
yenileşme ve çağdaşlaşma çabalarının başlangıcı Cumhuriyet’ten çok daha
öncesine, 18. Yüzyıla kadar geri gider. Fakat yaklaşık iki asırlık bu yenileşme
çabaları başlangıçta tüm toplum katlarını etkilememiş, ancak Cumhuriyet
inkılaplarıyla sonuçlanan süreçte topluma yayılabilmiştir. Atatürk, Türk
toplumunu çağdaş medeniyet hedefine yöneltirken, diğer alanlarda olduğu gibi
Güzel Sanatlarda da yeni ufuklar açmıştır. Kültür ve sanat alanındaki
çalışmaları yönlendirirken temel düşüncesi, Türk kültürünü ve sanatının yüksek
bir düzeyde olduğunu herkese ispat etmektedir. Bunun için kültür ve sanat
adamlarını korumuş, kollamış ve onların çalışmasını desteklemiştir. “
Efendiler. . . Hepiniz mebus olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz
fakat sanatkâr olamazsınız” sözleriyle onları onurlandırmıştır. Atatürk’e göre
güzel sanatlarda başarı, bütün inkılapların başarıldığının kesin bir delilidir.
Zira inkılapların en güç olanı halkın zevkine hitap eden dil ve güzel
sanatlardaki inkılaplardır. Atatürk’e göre güzelliklerin türlü şekillerde
ifadesiyle güzel sanatların çeşitli dalları oluşturmuştur. Bunu şu şekilde
açıklar: “ Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, name ile
olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina
olursa mimarlık olur.”
Atatürk sanatı devletin görevleri
arasına alarak ona gelişme yollarını açmış, daha da önemlisi güzel sanatların
bazı dallarında mevcut engel ve yasakları kaldırmıştır. Özellikle resim ve
heykel konusunda sıkıntı yaratan engellerin kalkması, sanat çalışmalarına
yepyeni ufuk açmıştır. Ümmet ideolojisini bırakıp tek devlet, tek millet
kavramı çerçevesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kültür ve sanat anlayışlarını
da bu çerçeve içinde görülebilecek temeller üzerine oturtmuştur. Bu amaçla
kültür, sanat ve fikir hayatına yön verecek kurumlar oluşturulmuş, uzun yıllar
sürecek etkinlikler diğer alanlarda olduğu gibi sanat alanında da kısa zamana
sığdırılmıştır. Atatürk, sanata verdiği değeri 13 Şubat 1923’te İzmir’de bir
okulun açılışında şeref defterine yazdığı; “. . Vasıl olmaya mecbur bulunduğumuz
seviyeye, bugünkü kadar uzak kalışımızın mühim sebeplerinden birinin sanata ve sanatkârlığa
layık olduğu derecede ehemmiyetin verilmemiş olmasıdır” sözleriyle ifade
etmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra
sanatın her dalına bir hareket kazandırıldığı çok açık olsa da bu dönem bir
hazırlık ve intikal dönemi olarak görülebilir. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nde
oluşturulan kurumların geliştirilmesiyle işe başlamış, yerine hızla eklenen
yeni kurumlarla genç Cumhuriyet’in yeni kuşaklarının kültür ve sanat
faaliyetleri şekillendirilmiştir. Güzel sanatların tüm dallarında yetenekli
öğrenciler ve sanatçılar yurtdışına gönderilerek bilgi ve deneyimlerin artması
sağlanmıştır. Kadının her alanda olduğu gibi güzel sanatlarda da layık olduğu
yeri alması için çaba sarf edildi. Laiklik ilkesi ve Medeni Kanun’un kabulü
kadınlarında sanatla ilgilenmesinin yolunu açtı. Atatürk henüz 1923 yılında
Türk kadınının da sahne sanatlarında hak ettiği yeri alması gerektiğini
belirtmişti. Önceki dönemlerde kadınların hiç giremediği ancak Müslüman olmayan
azınlıkların yer alabildiği sanat dallarında Türk kadınları kısa sürede büyük
başarılar sağladılar.
Sanatçıyı, “Cemiyette uzun çaba
ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden ‘insan’ olarak tanımlayarak
sanatçıya toplumda üstün bir yer veren Atatürk, Cumhuriyet reformlarının
başarısını da; Güzel sanatlarda muvaffakiyet bütün inkılapların muvaffak
olduğunun kat’i delilidir. Bunda muvaffak olmayan milletlere ne yazıktır ki
onlar bütün muvaffakiyetlerine rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık
sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır” diyerek güzel sanatlardaki
gelişmeyle ilişkilendirilmiştir.
RESİM
15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile
Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini
yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda
benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre
zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı
sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük büyük
destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı
Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel
çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır. 18. Yüzyıl
Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda
ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken
III. Selim (1789-1087) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun
eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794
yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berii Hümayun adını taşıyan askeri
okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler
içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallarda yer almıştır. Askeri okullarda
eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim
sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar
Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkim olanları
Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim
Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza
ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara
ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve
fırçasıyla resmetmiş olduğu kendi portresi ise bu dönem için figür alanında
yapılmış en önemli çalışmadır.
Dini inanış nedeniyle Batı anlayışlı resim Osmanlılara
ancak 18. Yüzyıl sonlarında gelmiştir. Güzel sanatlarla ilgili ilk yüksek
seviyeli okul ancak 1883’de Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla açıldı.
Cumhuriyet’in ilanından önce açılmış olan ilk güzel sanatlar okulu olan
Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adı 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi, 1964
yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirilmiş, 1969 yılında ise
“Devlet Güzel Sanatlar Akademileri” kanunu ile bilimsel özerkliğe
kavuşturulmuştur. 1930 yılında Atatürk’ün teşvikiyle Ankara’da açılan Gazi
Eğitim Enstitüsü resim-iş bölümü, resim eğitimini yaygınlaştıran ve özellikle
orta dereceli okullara resim öğretmeni yetiştiren önemli bir kurum olmuştur.
Daha geç bir tarihte İstanbul’da 1957 yılında eğitime başlayan Devlet Tatbiki
Güzel Sanatlar Yüksek Okulu güzel sanatlar eğitimi alanındaki boşluğu dolduran
bir diğer okuldur.
HEYKEL
Atatürk döneminde heykel alanında yapılan çalışmalar
adeta ihtilal niteliğindeydi. İslami inançlar nedeniyle heykel yapımı
yasaklanmıştır. 1883’te açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nde heykelcilik bölümü
mevcuttu ama ciddi bir gelişme imkânı bulunamamıştı. Cumhuriyet’le birlikte durum
değişti. 1923’de Bursa’da kendisine abideler hakkında sorulan soruya Atatürk’ün
verdiği cevap, yeni rejimin konuya bakış açısını netlikle ortaya koyar:
“Dünyada medeni, ileri ve olgun olmak isteyen herhangi bir millet mutlaka
heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihi
hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler din
hükümlerini gereği gibi araştırıp tetkik etmemiş olanlardır. Aydın ve dindar
olan milletimiz ilerlemenin vasıtalarından biri olan heykeltıraşlığı en son
derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra
yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan
edecektir.” Bu konuşmadan üç buçuk yıl sonra, ilk Atatürk heykeli Gülhane
parkında Sarayburnu’nda açıldı.
Ülkemizde 19. Yüzyıl sonlarına kadar heykel sanatı dinin
de etkisiyle mimariye bağlı taş süslemeciliği şeklinde gelişme göstermiştir.
Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda resim sanatında Batılılaşma etkisi
sonucu yaşanan gelişmeler heykel sanatında karşımıza çıkmamaktadır. Bu dönemde
adından bahsedebileceğimiz Türk heykel sanatçısı olmadığı gibi, 19. Yüzyılda
Osmanlı topraklarında çalışan çok sayıda ressama karşılık heykeltıraşa
rastlayamayız. Yalnızca yeniliklere açık bir padişah olan Sultan Abdülaziz,
Viyana seyahati sırasında gördüğü heykellerden etkilenerek kendi heykelini
yaptırmak istemiş ve bunun üzerine C.F. Fuller isimli bir heykeltıraşı
İstanbul’a getirerek bugün Beylerbeyi Sarayı’nda yer alan at üzerindeki
heykelini yaptırtmıştır. Fakat 1871 tarihli bu heykelin döneminde büyük
tepkiler aldığı bilinmektedir. Aynı dönemde açılan askeri ve sivil okullarda da
heykel üzerine bir eğitim verildiğine dair bir bilgimiz yoktur.
Ülkemizde heykel sanatının başlaması ve gelişmesi resim
sanatında olduğu gibi kuşkusuz 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi ile
gerçekleşmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk heykel hocası ise Roma’da
heykel eğitimi almış olan Osgan Yervant (1855-1914)’dır. Cumhuriyet öncesi
dönemde Sanayi-i Nefise’de öğrenim gören heykel sanatçıları arasında hakkında
yeterli bilgi sahibi olabildiğimiz başarılı isimler olarak İhsan Özsoy
(1867-1944), İsa Behzat (1875-1916) ve Mehmet Mahir Tomruk (1885-1949)’u
görmekteyiz. Heykel alanında Cumhuriyet öncesi dönemde yetişmiş önemli bir isim
olan Nijad Sirel (1897-1959) ise Sanayi-i Nefise’de öğrenim görmeden kendi imkânlarıyla
Almanya’ya heykel öğrenimi için gitmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra yurda
dönmüştür. Bu sanatçılardan Avrupa’da da eğitim almış olan İhsan Özsoy, 1908
yılında Osgan Yervant’ın yerine Sanayi-i Nefise’de hocalığa başlamıştır. Çağdaş
Türk Heykel Sanatının bu ilk öncüleri, genel olarak klasik heykel formlarında
natüralist eserler, özellikle büstler meydana getirmişler ve malzeme olarak
çoğunlukla alçı, taş ve bronz kullanmışlardır.
Sonraki yıllarda akademi öğrencilerinden Hadi Bora, Zühtü
Müridoğlu, Nusret Suman gibi devlet bursu kazanarak yurt dışına giden
sanatçılarımızın ülkemizde heykel sanatının gelişmesinde büyük payları
olmuştur. Sabiha Bengütaş ise ilk Türk kadın heykel sanatçılarımızdandır.
MİMARLIK
Klasik Osmanlı mimarisi, 18. Yüzyıldan itibaren büyük
değişim içine girmiş, bu değişim özellikle yapıların süsleme programlarında
açıkça hissedilmiştir. 19. Yüzyılın ikinci yarısı ise tüm dünyada Milliyetçilik
akımlarının önem kazandığı yıllardır. Bu akım kısa süre içinde Osmanlı
İmparatorluğu’nda da benimsenmiş ve 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’le
birlikte giderek güç kazanmıştır. Toplumda etkin olan siyasi ve sosyal
yaşantının sanata yansımaları kaçınılmaz bir gerçektir ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun son yıllarında ortaya çıkan bu akım doğal olarak dönemin
mimarisini de etkilemiştir. Genel olarak I. Ulusal Mimari olarak adlandırılan
dönem, yaklaşık olarak 1930 yılına kadar devam eder. I. Ulusal Mimarlık, klasik
Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin plan ve süsleme özelliklerinin günün şartlarına
göre yeniden gündeme getirilmesi şeklinde özetlenebilir. Özellikle yapıların
cephelerine büyük önem verilmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uygulanan
kemerler, çini süslemeler ve mermer sütunlar cephe tasarımlarının vazgeçilmez
elemanları olmuştur. Yoğun olarak İstanbul, Ankara, İzmir’de örneklerine
rastladığımız I. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarına aynı yoğunlukta olmamakla
birlikte Türkiye’nin hemen hemen her eski yerleşme yerinde rastlamamız
mümkündür. Başta Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemalettin olmak üzere Arif Hikmet
Koyunoğlu, Ali Talat, Muzaffer, Mehmet Nihat, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet,
Necmettin Emre, Fatih Ülkü ve Gulio Mangeri dönemin en önemli mimarlarıdır.
Adı geçen mimarlar arasında Mimar Kemalettin
Bey(1870-1927), bu akımın prensipleri dâhilinde yoğun biçimde yapı üreterek
döneme damgasını vuran mimardır. İstanbul’da yaptığı eserler arasında Bebek
Camii(1913), Bostancı Camii(1913), Beyoğlu Kemerhatun Camii(1911), Eyüp Sultan
V. Mehmet Reşat Türbesi(1911-1912) dışında Vakıf Hanları diğer bir önemli grubu
oluşturmaktadır. I. Ulusal Mimarlık akımına bağlı mimarlar çalışmalarını
sürdürürken Atatürk’ün asıl hedefi Anadolu şehirlerini Batılı anlamda planlı
bir biçimde imar ve inşa ettirmektedir. Bu nedenle 1927 yılında endüstriyi
geliştirmek amacıyla çıkarılan Teşvik-i Sanayi Yasası doğrultusunda aralarında
şehir planlamacısı ve mimar da bulunan çok sayıda yabancı uzman ülkemize
çağırılmıştır. Çoğunlukla kamu yapılarında görev alan bu mimarlar, çağdaş
mimarlık prensipleri dâhilinde, yapının kullanım amacını da dikkate alan çok
sayıda eser tasarlamışlardır. I. Dünya savaşı nedeniyle yurtdışından getirilen
yapı malzemelerinin getirilmemesi yanında bu dönem de yabancı mimarlara karşı
tepkilerinde artması mimaride yeniden geleneksel değerlere dönülmesi sonucunu
ortaya çıkarmıştır. 1940 ve 1950 yıllarını kapsayan bu dönem II. Ulusal
Mimarlık olarak isimlendirilmektedir. Fakat I. Ulusal Mimarlık, Osmanlı ve
Selçuklu yapılarını örnek alırken bu dönem temel çıkış noktası olarak Türk
konut mimarlığı esas almıştır. II. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarının en
karakteristik özelliği simetri ve anıtsallıktır. Dönemin adından en çok söz
ettiren mimarları Mimar Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat’tır. Sedat Hakkı
Eldem’in yapmış olduğu tasarımlar arasında yine en bilinenleri İstanbul
Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri (Emin Onat ile 1944-52), İstanbul
Adalet Sarayı (Emin Onat ile 1949), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi
(1943)’dir. Dönemin en ünlü yapısı ise Emin Onat ve Orhan Arda tarafından
1942-53 yılları arasında yapılan Anıtkabir’dir.
SAHNE SANATLARI
Atatürk Güzel Sanatların diğer dallarında olduğu gibi
Sahne Sanatlarını da teşvik etmiş, tiyatronun çağdaş bir yapıya kavuşmasını istemiş,
özellikle bayanların sahnede yer almalarına önem vermiştir. Aslında Batı
tiyatrosu Türkiye için yeni bir sanat dalı sayılırdı. Gerçi Anadolu’da öteden
beri köy oyunları, halk tiyatrosu diyebileceğimiz kukla, karagöz, ortaoyunu
gibi etkinlikler vardır.
Sahne sanatlarının en zoru olan opera konusunda öncülük
eden, Türk sanatçılarını arkalayanda Atatürk’tür. İran Şahı’nın Türkiye’yi
ziyaretinde oynanmak üzere bir eser hazırlatmıştır. Eser iki devlet başkanının
hazır bulundukları Ankara Halkevinde sahneye konulmuştur. Konservatuar
hazırlıkları başlayınca, “temsil şubesini” oluşturmak ders planlarını yapmak
üzere Prof. Carl Ebert çağırıldı. Prof. Ebert Tiyatro bölümünün ve Opera
bölümünün ders programlarını hazırladı. Ayrıca Operaya bağlı bale sınıfları kurmak
yolunda çok gayret sarf etti. Ancak konservatuar, Atatürk’ün ölümünden sonra
1940’da gerçekleşti. Gençlerin müzik eğitimi görebilecekleri bir okul
Darülbedayi adıyla 1913’de öğretime başlamış ve 1917’de Darülelhan adıyla
öğretime devam etmiştir. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde, yeni düzenlemeler
yapılırken müzik öğretmenleri yetiştirmek maksadıyla Musiki Muallim Mektebi
açıldı. Daha sonra Darülelhan (güzel ezgiler evi), İstanbul Belediye
Konservatuarına dönüştürüldü. Alafranga müzik, saraya bağlı olarak faaliyet
gösteren, Mızıka-i Hümayun çevresinde, şekillenmiştir. Yeniçeriliğin
kaldırılmasından sonra, o zamana kadar askeri müziği temsil eden mehterhane
kapatılmış ve II. Mahmut’un emriyle, Mızıka-i Hümayun adıyla, Donizetti
tarafından bir bando takımı kurulmuştu. Bu kuruluş batı müziğinin Osmanlıya
açılan penceresi olmuştu. Cumhuriyet’in başlangıcında İstanbul’da faaliyette
bulunan bu kuruluş, 1924’de Ankara’ya getirildi. Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti
adıyla, Cumhurbaşkanlığı makamına bağlandı ve bir süre sonra adı Riyaset-i
Cumhur Filarmoni Orkestrası olarak değiştirilir.
Tiyatro gibi sinemanın da önemine işret eden Atatürk, o
devirde bile sinemanın geleceği ve işlevi hakkında sağlam öngörülerde
bulunmuştur. “Sinema, gelecekti dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit
bir eğlence gibi gelen radyo ve sinema, bir çeyrek yüzyıla kalmadan yeryüzünün
çehresini değiştirecektir. Japonya’daki kadın, Amerika’nın göbeğindeki siyah
adam, Eskimo’nun dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşmiş bir dünyayı hazırlamak
bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında, tarihte devirler açan matbaa,
barut ve Amerika’nın keşfi gibi olaylar birer oyuncak yerinde olacaktır.”
Kendisi de fırsat buldukça sinemaya giderek halkla beraber film izlemeyi
severdi. I. Dünya Savaşı ve Bağımsızlık Savaşı vermiş bir ülkenin ekonomik
kaynaklarının tükendiği, üretim yapacak fabrikaların, limanların yolların ve
diğer bayındırlık çabalarının önceliği olduğu bir ortamda Atatürk’ün
teşvikleriyle konservatuarın açılması, senfoni orkestrasının kurulması gibi
sanata yönelik çalışmalar çok anlamlıdır. Güzel sanatların gelişmesine dair
başlatılan tüm çalışmalar Cumhuriyet’in getirdiği dinamikler bir yana Türk
modernleşmesinin diyalektik bir devamlılık kazandığını da açıkça
göstermektedir.
TAKSİM CUMHURİYET ANITI
Cumhuriyet’in yeni gösteri alanı olarak seçilen Taksim
Meydanı’na anıt yapılması için dünya çapında bir yarışma düzenlenmiştir. Heykeltıraşlar
yaptıkları maketlerle yarışmaya katılırlar ve yarışmayı Pietro Canonica
kazanır. Aynı zamanda şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir yarışma
düzenlenir. Yarışmayı Sabiha Ziya kazanır. Bu yarışmayı kazanan Sabiha Ziya, 21
yaşında bekar bir kadın olmasından dolayı bazı çevreler tarafından yurtdışına
gitmesi istenmese de, milli eğitim bakanı Mustafa Necati desteği ile İtalya’ya
gönderilir.
Dairesel bir meydanın
ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın iki yüzündeki
bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek oluşturulmuş, kemerli, taş bir
kaide içerisinde yer alırlar. 11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe
Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü
Kurtuluş Savaşı’nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye’sini simgeler.1928’de
Talimhane Caddesi ve İstiklal Caddesi-Sıraselviler aksı üzerine yerleştirilen anıtın
kuzey yüzünde Mustafa Kemal, askerlerinin önünde görülmektedir. Diğer yüzünde
ise sivil giysileri ile Mustafa Kemal Atatürk yanında İsmet İnönü ve Fevzi
Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşu canlandırılmaktadır.
Ayrıca Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet
generali duruyor. Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk,
bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istemiştir.
Anıtın yan yüzlerinde olan kadın portrelerinin, yarışmayı kazanan maket
üzerinde olmadığı Sabiha hanımın Roma’ya gitmesinden sonra Canonica tarafından
bu figürlerin eklendiği söylenir. Kadın portrelerinden biri doğu cephesinde
peçeli ve mutsuz, diğeri ise batı cephesinde peçesiz, gökyüzüne bakan ve mutlu
bir yüz ifadesine sahiptir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder