7 Ağustos 2018 Salı

CUMHURİYET DÖNEMİNDE GÜZEL SANATLAR ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER VE ÇALIŞMALAR

CUMHURİYET DÖNEMİNDE GÜZEL SANATLAR ALANINDA YAPILAN YENİLİKLER VE ÇALIŞMALAR 


Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından kısa bir süre sonra hemen hemen her alanı kapsayan bir reform süreci başlatılmıştır. Bu yenilik hareketleri sosyal, siyasal, ekonomik vb. alanlarda görüldüğü gibi kültürel konularda da karşımıza çıkmaktadır. Atatürk kültürün önemli unsurlarından biri olan güzel sanatlardaki gelişime çok önem vermiş ve teşvik etmiştir. Uygar ülkeler arasına girmenin güzel sanatlar alanındaki başarılara bağlı olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden 1936 yılında Devlet Konservatuarı kurulmuş, sahne sanatları, resim, müzik, heykel vb. güzel sanatların her alanında sanatçıların yetişmesi sağlanmıştır.
Bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurucuları, yeni devletin kültür temellerini çağdaşlık ve millilik prensipleri üzerine oturtarak, çağdaş Batı uygarlığını hedef olarak göstermişlerdi. Bu amaca ulaşmak için de art arda reformlar ve inkılaplar yaptılar. Türklerin yenileşme ve çağdaşlaşma çabalarının başlangıcı Cumhuriyet’ten çok daha öncesine, 18. Yüzyıla kadar geri gider. Fakat yaklaşık iki asırlık bu yenileşme çabaları başlangıçta tüm toplum katlarını etkilememiş, ancak Cumhuriyet inkılaplarıyla sonuçlanan süreçte topluma yayılabilmiştir. Atatürk, Türk toplumunu çağdaş medeniyet hedefine yöneltirken, diğer alanlarda olduğu gibi Güzel Sanatlarda da yeni ufuklar açmıştır. Kültür ve sanat alanındaki çalışmaları yönlendirirken temel düşüncesi, Türk kültürünü ve sanatının yüksek bir düzeyde olduğunu herkese ispat etmektedir. Bunun için kültür ve sanat adamlarını korumuş, kollamış ve onların çalışmasını desteklemiştir. “ Efendiler. . . Hepiniz mebus olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz fakat sanatkâr olamazsınız” sözleriyle onları onurlandırmıştır. Atatürk’e göre güzel sanatlarda başarı, bütün inkılapların başarıldığının kesin bir delilidir. Zira inkılapların en güç olanı halkın zevkine hitap eden dil ve güzel sanatlardaki inkılaplardır. Atatürk’e göre güzelliklerin türlü şekillerde ifadesiyle güzel sanatların çeşitli dalları oluşturmuştur. Bunu şu şekilde açıklar: “ Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa şiir, name ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina olursa mimarlık olur.”
Atatürk sanatı devletin görevleri arasına alarak ona gelişme yollarını açmış, daha da önemlisi güzel sanatların bazı dallarında mevcut engel ve yasakları kaldırmıştır. Özellikle resim ve heykel konusunda sıkıntı yaratan engellerin kalkması, sanat çalışmalarına yepyeni ufuk açmıştır. Ümmet ideolojisini bırakıp tek devlet, tek millet kavramı çerçevesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kültür ve sanat anlayışlarını da bu çerçeve içinde görülebilecek temeller üzerine oturtmuştur. Bu amaçla kültür, sanat ve fikir hayatına yön verecek kurumlar oluşturulmuş, uzun yıllar sürecek etkinlikler diğer alanlarda olduğu gibi sanat alanında da kısa zamana sığdırılmıştır. Atatürk, sanata verdiği değeri 13 Şubat 1923’te İzmir’de bir okulun açılışında şeref defterine yazdığı; “. . Vasıl olmaya mecbur bulunduğumuz seviyeye, bugünkü kadar uzak kalışımızın mühim sebeplerinden birinin sanata ve sanatkârlığa layık olduğu derecede ehemmiyetin verilmemiş olmasıdır” sözleriyle ifade etmiştir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra sanatın her dalına bir hareket kazandırıldığı çok açık olsa da bu dönem bir hazırlık ve intikal dönemi olarak görülebilir. Bu anlamda Osmanlı Devleti’nde oluşturulan kurumların geliştirilmesiyle işe başlamış, yerine hızla eklenen yeni kurumlarla genç Cumhuriyet’in yeni kuşaklarının kültür ve sanat faaliyetleri şekillendirilmiştir. Güzel sanatların tüm dallarında yetenekli öğrenciler ve sanatçılar yurtdışına gönderilerek bilgi ve deneyimlerin artması sağlanmıştır. Kadının her alanda olduğu gibi güzel sanatlarda da layık olduğu yeri alması için çaba sarf edildi. Laiklik ilkesi ve Medeni Kanun’un kabulü kadınlarında sanatla ilgilenmesinin yolunu açtı. Atatürk henüz 1923 yılında Türk kadınının da sahne sanatlarında hak ettiği yeri alması gerektiğini belirtmişti. Önceki dönemlerde kadınların hiç giremediği ancak Müslüman olmayan azınlıkların yer alabildiği sanat dallarında Türk kadınları kısa sürede büyük başarılar sağladılar.
Sanatçıyı, “Cemiyette uzun çaba ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden ‘insan’ olarak tanımlayarak sanatçıya toplumda üstün bir yer veren Atatürk, Cumhuriyet reformlarının başarısını da; Güzel sanatlarda muvaffakiyet bütün inkılapların muvaffak olduğunun kat’i delilidir. Bunda muvaffak olmayan milletlere ne yazıktır ki onlar bütün muvaffakiyetlerine rağmen medeniyet alanında yüksek insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır” diyerek güzel sanatlardaki gelişmeyle ilişkilendirilmiştir.

 RESİM
15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet, İtalyan sanatçı Gentile Bellini’yi bugün Londra National Gallery’de sergilenen kendi portresini yaptırtmak üzere çağırmasına rağmen Batı tarzı resim, Osmanlı İmparatorluğu’nda benimsenmemiş bunun yerini genelde minyatür sanatı almıştır. Geçen süre zarfında Osmanlı İmparatorluğu’na gelerek çalışmalarda bulunan Batılı bazı sanatçıların olduğu bilinse de bu sanatçıların saray ve çevresinden büyük büyük destek gördükleri dönem, Osmanlı’nın Avrupa ile ilişkilerini arttırdığı Batılılaşma dönemi olmuştur. Ayrıca Osmanlı minyatür sanatının geleneksel çizgisinden ayrılmaya başlaması da yine aynı döneme rastlamaktadır. 18. Yüzyıl Osmanlı sanatı açısından bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu yüzyılda ülkemizde yabancı sanatçıların resim ve mimari alanında etkinlikleri sürerken III. Selim (1789-1087) dönemi ıslahatları arasında Batı yöntemlerine uygun eğitim yapan askeri okulların kurulması kararlaştırılmıştır. Bunlardan 1794 yılında eğitime başlayan Mühendishane-i Berii Hümayun adını taşıyan askeri okulda askeri amaçlı ilk resim dersleri verilmeye başlanmış, fakat bu dersler içinde perspektif, ışık-gölge gibi kurallarda yer almıştır. Askeri okullarda eğitim gören ve resim yapmaya ilgi duymuş olan sanatçılarımız çağdaş Türk resim sanatının bir bakıma öncülüğünü yapmışlardır. Genel olarak Asker Ressamlar Kuşağı olarak adlandırılan bu dönem ressamları arasında en etkim olanları Kolağası Hüsnü Yusuf Bey, Ferik Tevfik Paşa, Osman Nuri Paşa, Ferik İbrahim Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Hoca Ali Rıza ve Halil Paşa’dır. Resimlerinde genel olarak peyzaj, natürmort gibi konulara ağırlık veren asker ressamlardan Şeker Ahmet Paşa’nın kendini paleti ve fırçasıyla resmetmiş olduğu kendi portresi ise bu dönem için figür alanında yapılmış en önemli çalışmadır.


Dini inanış nedeniyle Batı anlayışlı resim Osmanlılara ancak 18. Yüzyıl sonlarında gelmiştir. Güzel sanatlarla ilgili ilk yüksek seviyeli okul ancak 1883’de Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla açıldı. Cumhuriyet’in ilanından önce açılmış olan ilk güzel sanatlar okulu olan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin adı 1928 yılında Güzel Sanatlar Akademisi, 1964 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olarak değiştirilmiş, 1969 yılında ise “Devlet Güzel Sanatlar Akademileri” kanunu ile bilimsel özerkliğe kavuşturulmuştur. 1930 yılında Atatürk’ün teşvikiyle Ankara’da açılan Gazi Eğitim Enstitüsü resim-iş bölümü, resim eğitimini yaygınlaştıran ve özellikle orta dereceli okullara resim öğretmeni yetiştiren önemli bir kurum olmuştur. Daha geç bir tarihte İstanbul’da 1957 yılında eğitime başlayan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu güzel sanatlar eğitimi alanındaki boşluğu dolduran bir diğer okuldur.
HEYKEL 
Atatürk döneminde heykel alanında yapılan çalışmalar adeta ihtilal niteliğindeydi. İslami inançlar nedeniyle heykel yapımı yasaklanmıştır. 1883’te açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nde heykelcilik bölümü mevcuttu ama ciddi bir gelişme imkânı bulunamamıştı. Cumhuriyet’le birlikte durum değişti. 1923’de Bursa’da kendisine abideler hakkında sorulan soruya Atatürk’ün verdiği cevap, yeni rejimin konuya bakış açısını netlikle ortaya koyar: “Dünyada medeni, ileri ve olgun olmak isteyen herhangi bir millet mutlaka heykel yapacak ve heykeltıraş yetiştirecektir. Abidelerin şuraya buraya tarihi hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı olduğunu iddia edenler din hükümlerini gereği gibi araştırıp tetkik etmemiş olanlardır. Aydın ve dindar olan milletimiz ilerlemenin vasıtalarından biri olan heykeltıraşlığı en son derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir.” Bu konuşmadan üç buçuk yıl sonra, ilk Atatürk heykeli Gülhane parkında Sarayburnu’nda açıldı.
Ülkemizde 19. Yüzyıl sonlarına kadar heykel sanatı dinin de etkisiyle mimariye bağlı taş süslemeciliği şeklinde gelişme göstermiştir. Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda resim sanatında Batılılaşma etkisi sonucu yaşanan gelişmeler heykel sanatında karşımıza çıkmamaktadır. Bu dönemde adından bahsedebileceğimiz Türk heykel sanatçısı olmadığı gibi, 19. Yüzyılda Osmanlı topraklarında çalışan çok sayıda ressama karşılık heykeltıraşa rastlayamayız. Yalnızca yeniliklere açık bir padişah olan Sultan Abdülaziz, Viyana seyahati sırasında gördüğü heykellerden etkilenerek kendi heykelini yaptırmak istemiş ve bunun üzerine C.F. Fuller isimli bir heykeltıraşı İstanbul’a getirerek bugün Beylerbeyi Sarayı’nda yer alan at üzerindeki heykelini yaptırtmıştır. Fakat 1871 tarihli bu heykelin döneminde büyük tepkiler aldığı bilinmektedir. Aynı dönemde açılan askeri ve sivil okullarda da heykel üzerine bir eğitim verildiğine dair bir bilgimiz yoktur.
Ülkemizde heykel sanatının başlaması ve gelişmesi resim sanatında olduğu gibi kuşkusuz 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi ile gerçekleşmiştir. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk heykel hocası ise Roma’da heykel eğitimi almış olan Osgan Yervant (1855-1914)’dır. Cumhuriyet öncesi dönemde Sanayi-i Nefise’de öğrenim gören heykel sanatçıları arasında hakkında yeterli bilgi sahibi olabildiğimiz başarılı isimler olarak İhsan Özsoy (1867-1944), İsa Behzat (1875-1916) ve Mehmet Mahir Tomruk (1885-1949)’u görmekteyiz. Heykel alanında Cumhuriyet öncesi dönemde yetişmiş önemli bir isim olan Nijad Sirel (1897-1959) ise Sanayi-i Nefise’de öğrenim görmeden kendi imkânlarıyla Almanya’ya heykel öğrenimi için gitmiş ve eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönmüştür. Bu sanatçılardan Avrupa’da da eğitim almış olan İhsan Özsoy, 1908 yılında Osgan Yervant’ın yerine Sanayi-i Nefise’de hocalığa başlamıştır. Çağdaş Türk Heykel Sanatının bu ilk öncüleri, genel olarak klasik heykel formlarında natüralist eserler, özellikle büstler meydana getirmişler ve malzeme olarak çoğunlukla alçı, taş ve bronz kullanmışlardır.
Sonraki yıllarda akademi öğrencilerinden Hadi Bora, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman gibi devlet bursu kazanarak yurt dışına giden sanatçılarımızın ülkemizde heykel sanatının gelişmesinde büyük payları olmuştur. Sabiha Bengütaş ise ilk Türk kadın heykel sanatçılarımızdandır.
MİMARLIK
Klasik Osmanlı mimarisi, 18. Yüzyıldan itibaren büyük değişim içine girmiş, bu değişim özellikle yapıların süsleme programlarında açıkça hissedilmiştir. 19. Yüzyılın ikinci yarısı ise tüm dünyada Milliyetçilik akımlarının önem kazandığı yıllardır. Bu akım kısa süre içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda da benimsenmiş ve 1908 yılında ilan edilen II. Meşrutiyet’le birlikte giderek güç kazanmıştır. Toplumda etkin olan siyasi ve sosyal yaşantının sanata yansımaları kaçınılmaz bir gerçektir ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında ortaya çıkan bu akım doğal olarak dönemin mimarisini de etkilemiştir. Genel olarak I. Ulusal Mimari olarak adlandırılan dönem, yaklaşık olarak 1930 yılına kadar devam eder. I. Ulusal Mimarlık, klasik Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin plan ve süsleme özelliklerinin günün şartlarına göre yeniden gündeme getirilmesi şeklinde özetlenebilir. Özellikle yapıların cephelerine büyük önem verilmiş, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde uygulanan kemerler, çini süslemeler ve mermer sütunlar cephe tasarımlarının vazgeçilmez elemanları olmuştur. Yoğun olarak İstanbul, Ankara, İzmir’de örneklerine rastladığımız I. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarına aynı yoğunlukta olmamakla birlikte Türkiye’nin hemen hemen her eski yerleşme yerinde rastlamamız mümkündür. Başta Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemalettin olmak üzere Arif Hikmet Koyunoğlu, Ali Talat, Muzaffer, Mehmet Nihat, Ahmet Kemal, Tahsin Sermet, Necmettin Emre, Fatih Ülkü ve Gulio Mangeri dönemin en önemli mimarlarıdır.
Adı geçen mimarlar arasında Mimar Kemalettin Bey(1870-1927), bu akımın prensipleri dâhilinde yoğun biçimde yapı üreterek döneme damgasını vuran mimardır. İstanbul’da yaptığı eserler arasında Bebek Camii(1913), Bostancı Camii(1913), Beyoğlu Kemerhatun Camii(1911), Eyüp Sultan V. Mehmet Reşat Türbesi(1911-1912) dışında Vakıf Hanları diğer bir önemli grubu oluşturmaktadır. I. Ulusal Mimarlık akımına bağlı mimarlar çalışmalarını sürdürürken Atatürk’ün asıl hedefi Anadolu şehirlerini Batılı anlamda planlı bir biçimde imar ve inşa ettirmektedir. Bu nedenle 1927 yılında endüstriyi geliştirmek amacıyla çıkarılan Teşvik-i Sanayi Yasası doğrultusunda aralarında şehir planlamacısı ve mimar da bulunan çok sayıda yabancı uzman ülkemize çağırılmıştır. Çoğunlukla kamu yapılarında görev alan bu mimarlar, çağdaş mimarlık prensipleri dâhilinde, yapının kullanım amacını da dikkate alan çok sayıda eser tasarlamışlardır. I. Dünya savaşı nedeniyle yurtdışından getirilen yapı malzemelerinin getirilmemesi yanında bu dönem de yabancı mimarlara karşı tepkilerinde artması mimaride yeniden geleneksel değerlere dönülmesi sonucunu ortaya çıkarmıştır. 1940 ve 1950 yıllarını kapsayan bu dönem II. Ulusal Mimarlık olarak isimlendirilmektedir. Fakat I. Ulusal Mimarlık, Osmanlı ve Selçuklu yapılarını örnek alırken bu dönem temel çıkış noktası olarak Türk konut mimarlığı esas almıştır. II. Ulusal Mimarlık dönemi yapılarının en karakteristik özelliği simetri ve anıtsallıktır. Dönemin adından en çok söz ettiren mimarları Mimar Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat’tır. Sedat Hakkı Eldem’in yapmış olduğu tasarımlar arasında yine en bilinenleri İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri (Emin Onat ile 1944-52), İstanbul Adalet Sarayı (Emin Onat ile 1949), Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi (1943)’dir. Dönemin en ünlü yapısı ise Emin Onat ve Orhan Arda tarafından 1942-53 yılları arasında yapılan Anıtkabir’dir.
SAHNE SANATLARI
Atatürk Güzel Sanatların diğer dallarında olduğu gibi Sahne Sanatlarını da teşvik etmiş, tiyatronun çağdaş bir yapıya kavuşmasını istemiş, özellikle bayanların sahnede yer almalarına önem vermiştir. Aslında Batı tiyatrosu Türkiye için yeni bir sanat dalı sayılırdı. Gerçi Anadolu’da öteden beri köy oyunları, halk tiyatrosu diyebileceğimiz kukla, karagöz, ortaoyunu gibi etkinlikler vardır.
Sahne sanatlarının en zoru olan opera konusunda öncülük eden, Türk sanatçılarını arkalayanda Atatürk’tür. İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyaretinde oynanmak üzere bir eser hazırlatmıştır. Eser iki devlet başkanının hazır bulundukları Ankara Halkevinde sahneye konulmuştur. Konservatuar hazırlıkları başlayınca, “temsil şubesini” oluşturmak ders planlarını yapmak üzere Prof. Carl Ebert çağırıldı. Prof. Ebert Tiyatro bölümünün ve Opera bölümünün ders programlarını hazırladı. Ayrıca Operaya bağlı bale sınıfları kurmak yolunda çok gayret sarf etti. Ancak konservatuar, Atatürk’ün ölümünden sonra 1940’da gerçekleşti. Gençlerin müzik eğitimi görebilecekleri bir okul Darülbedayi adıyla 1913’de öğretime başlamış ve 1917’de Darülelhan adıyla öğretime devam etmiştir. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde, yeni düzenlemeler yapılırken müzik öğretmenleri yetiştirmek maksadıyla Musiki Muallim Mektebi açıldı. Daha sonra Darülelhan (güzel ezgiler evi), İstanbul Belediye Konservatuarına dönüştürüldü. Alafranga müzik, saraya bağlı olarak faaliyet gösteren, Mızıka-i Hümayun çevresinde, şekillenmiştir. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra, o zamana kadar askeri müziği temsil eden mehterhane kapatılmış ve II. Mahmut’un emriyle, Mızıka-i Hümayun adıyla, Donizetti tarafından bir bando takımı kurulmuştu. Bu kuruluş batı müziğinin Osmanlıya açılan penceresi olmuştu. Cumhuriyet’in başlangıcında İstanbul’da faaliyette bulunan bu kuruluş, 1924’de Ankara’ya getirildi. Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adıyla, Cumhurbaşkanlığı makamına bağlandı ve bir süre sonra adı Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası olarak değiştirilir.
Tiyatro gibi sinemanın da önemine işret eden Atatürk, o devirde bile sinemanın geleceği ve işlevi hakkında sağlam öngörülerde bulunmuştur. “Sinema, gelecekti dünyanın bir dönüm noktasıdır. Şimdi bize basit bir eğlence gibi gelen radyo ve sinema, bir çeyrek yüzyıla kalmadan yeryüzünün çehresini değiştirecektir. Japonya’daki kadın, Amerika’nın göbeğindeki siyah adam, Eskimo’nun dediğini anlayacaktır. Tek ve birleşmiş bir dünyayı hazırlamak bakımından sinema ve radyonun keşfi yanında, tarihte devirler açan matbaa, barut ve Amerika’nın keşfi gibi olaylar birer oyuncak yerinde olacaktır.” Kendisi de fırsat buldukça sinemaya giderek halkla beraber film izlemeyi severdi. I. Dünya Savaşı ve Bağımsızlık Savaşı vermiş bir ülkenin ekonomik kaynaklarının tükendiği, üretim yapacak fabrikaların, limanların yolların ve diğer bayındırlık çabalarının önceliği olduğu bir ortamda Atatürk’ün teşvikleriyle konservatuarın açılması, senfoni orkestrasının kurulması gibi sanata yönelik çalışmalar çok anlamlıdır. Güzel sanatların gelişmesine dair başlatılan tüm çalışmalar Cumhuriyet’in getirdiği dinamikler bir yana Türk modernleşmesinin diyalektik bir devamlılık kazandığını da açıkça göstermektedir.
TAKSİM CUMHURİYET ANITI
Cumhuriyet’in yeni gösteri alanı olarak seçilen Taksim Meydanı’na anıt yapılması için dünya çapında bir yarışma düzenlenmiştir. Heykeltıraşlar yaptıkları maketlerle yarışmaya katılırlar ve yarışmayı Pietro Canonica kazanır. Aynı zamanda şimdiki adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’nde bir yarışma düzenlenir. Yarışmayı Sabiha Ziya kazanır. Bu yarışmayı kazanan Sabiha Ziya, 21 yaşında bekar bir kadın olmasından dolayı bazı çevreler tarafından yurtdışına gitmesi istenmese de, milli eğitim bakanı Mustafa Necati desteği ile İtalya’ya gönderilir.  



Dairesel bir meydanın ortasında yükselen ve bir meydan çeşmesi gibi tasarlanan anıtın iki yüzündeki bronz figürler, geleneksel mimariden esinlenerek oluşturulmuş, kemerli, taş bir kaide içerisinde yer alırlar. 11 metre yüksekliğindeki anıtın kaidesinde pembe Trentino ve yeşil Suza bölgesi mermerleri kullanılmıştır. Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye’sini simgeler.1928’de Talimhane Caddesi ve İstiklal Caddesi-Sıraselviler aksı üzerine yerleştirilen anıtın kuzey yüzünde Mustafa Kemal, askerlerinin önünde görülmektedir. Diğer yüzünde ise sivil giysileri ile Mustafa Kemal Atatürk yanında İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlenerek genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu canlandırılmaktadır.


Ayrıca Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor. Sovyetlerin o günlerde yaptığı yardımları unutmayan Atatürk, bir jest olarak bu iki generalin heykelinin de anıtta yer almasını istemiştir. Anıtın yan yüzlerinde olan kadın portrelerinin, yarışmayı kazanan maket üzerinde olmadığı Sabiha hanımın Roma’ya gitmesinden sonra Canonica tarafından bu figürlerin eklendiği söylenir. Kadın portrelerinden biri doğu cephesinde peçeli ve mutsuz, diğeri ise batı cephesinde peçesiz, gökyüzüne bakan ve mutlu bir yüz ifadesine sahiptir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder